Cehennemde Açan Çiçekler: Toloki ve Norida

Dizi / Doğu Romanları-6

Toloki ve Norida

Hayli zaman önce yazdığım “Duvar Dibi” başlıklı hikâyemden bu yana kendimi “duvar dibi hikâyecisi” olarak adlandırırım. Buradaki “duvar” metaforunun ne anlamlara karşılık geldiğini de “Kurgu Poetik Yazılar”dan birinde açıklamıştım.

Evet, bende duvar; geleneği temsil etmesi gibi, örnek alınan öncü yazarların metinlerinden beslenilmesi gibi bir taraftan tamamlayıcı bir taraftan ket vurucu anlamlara sahip. Mesele sırtını nereye döndüğünle ilgili. Fakat 2018’de Kudüs’e gittiğimde karşılaştığım duvarlarla benim birtakım metaforlar yüklediğim duvar kavramı arasında hiçbir ilgi yoktu. Burada duvarlar, insanlık bağının arasına sınır koymak amacıyla dikilmiş fiziki varlıklardı. O yolculuğun sonunda İbrahim’i BeklerkenKudüs Öyküleri kitabının çıkması, biraz da metaforla gerçekliğin tezatlığının getirisiydi. Tabii şunu itiraf etmem gerekiyor: Ne Kudüs’teyken ne de İbrahim’i Beklerken-Kudüs Öyküleri’nde yer alan dokuz hikâyeyi yazdığım bir buçuk haftalık süre boyunca, o duvarlara Apartheid Duvarı denildiğini bilmiyordum. Kavramla hayli sonra, Noam Chomsky ile Ilan Pappé’nin söyleşilerinin bir araya getirildiği Filistin Üzerine Konuşmalar kitabını okurken karşılaştım.

Apartheid sistemi temelde soyut bir duvar. Güney Afrika’daki beyazlarla siyahların arasına konulmuş bir tür engel. Tam doğru ifade ile siyahları kendi ülkelerinde mahkûm eden somut bir hapishanenin soyut duvarları. Gazze ve Filistin’de uygulanan sistemin farkıysa duvarın fiziki mevcudiyeti.

Güney Afrika’daki Apartheid sistemi 1994 yılında güya son buldu. Güya diyorum çünkü hayat gerçeklerinin, kâğıt üzerinde alınmış kararlara hemen uymamak gibi bir huyu vardır. Hâliyle Güney Afrika’da da ayrıştırıcı toplum yapısı tedavülden öyle birden kalkmıyor. En azından Zakes Mda’nın kaleme aldığı ve Türkçeye Adınla Başlar Hayat ismiyle çevrilen roman, bunun böyle olduğunu söylüyor.

Zakes Mda 1948 doğumlu, Güney Afrikalı bir yazar. Aktivist, milliyetçi, öğretmen, siyasetçi bir babanın oğlu. Romancılığı dışında oyun yazarlığı ve şairlik yönleri de var. Okuma ufkunda bakış açısını sadece Batı’ya yöneltmemiş olanlar onu, Türkçeye de çevrilen Kızıllığın Kalbi[1] romanından hatırlayacaktır. Mda, sömürgecileri eleştirirken bile onların dilini kullanmaya mahkûm edilmiş yazarlardan. Aldığı yönlendirmeci eğitime rağmen asimile olmaması, bir şekilde edebiyatın adaletine bağlı kalmaya çalışması da Mda’yı şahsi nazarımda önemli bir kalem hâline getiriyor.

Adınla Başlar Hayat yazarın ilk romanı. Orijinal ismi “ölmenin yolları” gibi bir anlama gelen Ways of Dying. Türkçeye Damla Yeşil kazandırmış, Türkçe ilk baskısı Ayrıntı Yayınları tarafından 2018’de yapılmış. Şayet yazarların, başka dillere çevrilen eserlerini çevirmenlerin ve yayınevlerinin yetenek ve niyetine emanet ettikleri bir gerçekse, hakkaniyeti teslim etmek adına, Damla Yeşil’in ve Ayrıntı Yayınevi’nin emanete gereken saygıyı gösterdiklerini belirtmeliyim. Tek itirazım, Türkçe baskıda tercih edilen isim: Adınla Başlar Hayat okurda romantik bir beklenti uyandırıyor. Oysa karşımızda, bir aşk hikâyesi kadar ölüm gerçeğini de anlatan sert sayılabilecek bir kurgu var. Bence çeviriye en uygun başlık “Cehennem Çiçekleri” olurdu. Çünkü romanda anlatılan mekânın bir yeryüzü cehenneminden farkı yok. O mekânda el ele yaşama tutunmaya çalışan Toloki’yle Norida’ysa okura insanlığı hatırlatan birer çiçek âdeta.

Roman, Apartheid Sisteminin sona erişinin hemen sonrasında, Noel’in yaklaştığı günlerde yaşananları anlatıyor. Fakat burada, kurgu zamanıyla ilgili bir kafa karışıklığını belirtmeden edemeyeceğim. Ali Bulunmaz, bir internet sitesi aracılığıyla okuduğum yazısında Mda’nın, okuru 1945 sonrası Güney Afrika hakikatiyle buluşturduğunu söylemiş.[2] Romanda seçim hazırlıklarından ve propaganda çalışmalarından söz ediliyor. Bulunmaz’ın iddia ettiği tarihin kurgu zamanı olmasına imkân yok. Çünkü Güney Afrika’da cumhuriyet zaten 1961’de ilan edilmiş. Hürriyet Kültür Sanat’a yazan A. Ömer Türkeş’e göreyse kurgu zamanı, Apartheid sistemi sonrası Güney Afrika’da yapılmış ilk bağımsız seçimlerin beş yıl sonrası. Kısa bir hesapla, Türkeş’in kastettiği tarihin 1999 olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Adınla Başlar Hayat’sa 1995’te yayımlanmış. Buradan çıkaracağımız sonuç, zaman meselesi ya roman hakkında yazan isimlerin dikkatinden kaçtı ya da ayrıntılı okuma yapılmadan yazılmış eser incelemeleriyle karşı karşıyayız.  Oysa roman, 1994’te yapılan ilk seçim sırasında yaşananları anlatıyor. Hemen bir yıl sonra yayımlandığına göre Mda, hikâyesini güncel tartışmalar etrafında şekillendirmiş.

Roman, Güney Afrika’nın ismi belirtilmemiş bir şehrindeki gettolarda yaşanan ölümleri ve onca karamsarlığın orta yerinde filizlenen –ertelenmiş– bir aşkı konu ediniyor. Yazarın asıl meselesi, gerçekçi ve nahif bir aşk hikâyesi etrafında, Apartheid sisteminden vazgeçilmesinin ardından baş gösteren toplumsal çözülmeyi anlatmak. Ve anlıyoruz ki araya konulan engellerin kapsamı renklerle sınırlı değil. Asıl belirleyici, tarafların zenginliği yahut yoksulluğu. Para nice kusurları şirin gösterebilmesi gibi, galiba renklerin de farklı görünmesini sağlıyor. Romanda, yoksulların yaşadığı gettolarla beyazların evlerinin olduğu Yörekent arasında fiziksel bir duvar yok. Ama iki uç sınır arasında gidip gelen banliyö trenlerine ve resmiyette artık yıkılmış Apartheid duvarlarına rağmen ayrıştırıcı politika varlığını hâlâ sürdürüyor.

Adınla Başlar Hayat bir cenaze töreniyle başlıyor. Ölen küçük bir çocuktur ve Refakatçi, ölüm olayını “Ölmenin birçok biçimi vardır! Bu kardeşimiz öyle bir biçimde öldü ki söyleyecek tek bir söz bırakmadı bizlere. Bu küçük kardeşimiz kendi çocuğumuzdu, ölümü daha da acıtıyor çünkü biz yarattık bu ölümü.” diyerek anlatır. Öncelikle daha ilk paragrafta iki şey öğreniyoruz: Bazı yabancı filmlerde de gördüğümüz, hani şu mezarın başında konuşan kişilere “Refakatçi” denilirmiş. Bir anlamda refakatçilik, ölen kişinin son anlarına şahit olmuş kişilerin bu şahitliği başkalarına da aktarması.[3]  Diğer husus, Güney Afrika’da kimi ideolojik kavgaların mağdurları çocuklardır ki özellikle şu sıralar Gazze’de yaşananlar görüldüğünde, bu ikinci bilginin hiç de orijinal tarafının olmadığı anlaşılacaktır. Zaten öteden beri erkekler büyük kavgaların peşine düşer, acısını ve aczini kadınlarla çocuklar çeker.

İkinci paragrafta kahraman anlatıcı çıkıyor ortaya: “Mırıldanıyoruz,” diyor ve ekliyor: “Böylesi yorumlar yapmak Refakatçi’nin işi değildir. Görevi, bu çocuğun ölümle nasıl buluştuğunu anlatmaktır; düşman cephaneliğine mermi taşımak değil.” Burada dikkat çeken husus şu: Romanımız ilahi anlatıcıyla aktarılmış bir eser. Peki, yazar neden anlatıcıya “Mırıldanıyoruz” dedirterek odak noktasını bir başka yöne çekiyor? Bu hususa döneceğiz.

Ana karakterimiz Toloki’yse üçüncü paragrafta sahneye çıkarılıyor. Onun, Refekatçi’nin anlattıklarına inananlardan olduğunu, geçmişte birçok kez cenaze törenine katıldığını ve Refakatçi’yi büyüleyici bilgilerin kaynağı kabul ettiğini öğreniyoruz.

Mda, usta işi bir roman yazdığını ilk üç paragrafla gösteriyor. İlkin meselesinin ucunu aralıyor, ardından anlatıcı tercihi noktasında özgün bir eser ortaya koyacağının işaretlerini veriyor ve hakkında şimdilik muğlak ama kurgunun devamını okuduğumuzda yeterince açık olduğunu anlayacağımız nokta atışı bir bilgiyle ana karakteri tanıtmaya geçiyor.

Toloki bir yas tutucu. Refakatçi’nin, “Böyle giderse yakındır, doğumun bile ölümünü göreceğiz.” dediği bir coğrafyada, başkalarının ölümleri sayesinde hayatını sürdürüyor. Ama onunkisi, yas tutuculuğu geleneğinin bir devamı olarak sürdürme çabası sayılmaz. Toloki kendisini “Profesyonel Yas Tutucu” kabul ediyor. Kendince prensiplere sahip. Profesyonel Yas Tutucu olarak cenaze töreni sırasında olup bitenlere kesinlikle müdahil olmamak başlıca prensibi. İnsanların hır gürüne katılmanın, mesleki itibarına gölge düşüreceğine inanıyor. Yıllar önce bir mağazada görür görmez vurulduğu; uzun parlak bir şapkadan, kadınların giydiğine benzer taytları andıran parlak bir pantolondan ve siyah pelerinden oluşan kıyafetini üniforma niyetine giyiyor, yas törenleri sırasında ona lazım olan malzemeleri bir market arabasında taşıyor. Toplumsal çözülmenin şehirlerin kenar mahallerinde özellikle hissedildiği bir coğrafyada, Toloki’nin hayatını başkalarının ölümü üzerine kurması ve bu denli rağbet gören bir mesleği profesyonel hâle getirmeye çalışması son derece mantıklı.[4]

Toloki ve NoridaRomanın hikâyesini başlatan cenazenin, Toloki açısından –Profesyonel Yas Tutucu olmasının ötesinde– bambaşka anlamları vardır. Bu anlamın sebebi ne ölen çocuktur ne geleneğin dışına çıkıp işin içine siyaseti karıştıran refakatçidir ne de soyut duvarların yıkılması sonrası oluşmuş boşlukta kaynayan kazanın altına odun atmakla meşgul politikacılardır. Anlamların kaynağı ölen çocuğun annesidir, ağıt yaktığı sıra Toloki’nin ısrarla yanaşmak istediği ne var ki cenaze kalabalığının buna engel olduğu kadındır yani Norida’dır.

Norida, Toloki’nin bir zamanlar terk ettiği köyünden hemşerisi. İnsanlar ona “kibirli yosma” gözüyle bakıyor. Aralarındaki ilişki sadece hemşeri olmaktan ibaret değil. Norida, köyde başka erkekleri güldürüyor; onun yüzünden babasından dayak yiyen Toloki’yiyse ağlatıyor. Toloki’nin babası bir demirci ustası. Köylülerine ve ailesine kalırsa tuhaf birisi. O zamanlar küçük bir çocuk olan Norida’yı dükkânına çağırıyor, ona şarkılar söyletiyor ve bu sırada demir heykeller yapıyor. Zamanla başka işleri bırakıp tüm zamanını heykel yapmakla geçiriyor. Toloki’nin babasına göre Norida, tam bir ilham perisi. Baba öz oğlunu, arkadaşının kızı Norida’ya verdiği sevgiden mahrum bırakıyor; Toloki resim yarışmasında derece alıp babasına resmini göstermek istediğinde “Git başımdan seni aptal, çirkin oğlan!” diyerek onu kovuyor, okulun düzenlediği gezi için Norida’nın bilet parasını kendi cebinden karşılarken oğlunu “Norida’nın o küçük parmaklarında senin tüm vücudunda olandan daha fazla beyin var.” diyerek tersliyor.

Kurgunun devamında, Toloki köyü terk ettikten sonra Norida’nın evlendiğini, kocasının vefasız çıktığını, oğluyla hayata tutunmaya çalıştığını, bir çatışma sırasında seken kurşun yüzünden oğlunun öldüğünü, barakasının da yıkıldığını öğreniyoruz. Toloki, derme çatma barakasını yeniden inşa etmesi için Norida’ya yardım ediyor ve ikili yavaş yavaş yakınlaşmaya başlıyor. Tabii yazarın asıl amacı, yıllar sonraya kalmış bir buluşmadan hareketle hüzünlü bir aşk hikâyesi anlatmaktan ibaret değil. Bize, teoride vazgeçilmiş Apartheid sistemi sonrası siyahlar arasındaki bölünme ve çözülmeyi göstermeye çalışıyor. Sendikalar eylemlere hazırlanıyor, gruplar kendi görüşlerine adam toplamak için propaganda yapıyor, trenlerde bombalar patlıyor, masum insanlar öldürülüyor. Göçmen işçiler, uzak bir köyü baskıyla yöneten kabile şeflerinin emriyle silahlanıp yerel halkı rahatsız ediyor. Ve tüm bunlar, yoksulluğun ve sefaletin diz boyu olduğu bir banliyöde, gecekonduda oturanların işgalci sayıldığı gettoda yaşanıyor. Arada bir kahraman anlatıcı giriyor araya ve yazarın ironi yapmasına fırsat tanıyor: “Buna benzer pek çok vaka gördük. Polis kurşunlarının banliyödeki evlerin duvarlarından sekmek gibi tuhaf bir huyu vardır ve böyle yaptıklarında orada kesinlikle ıskalamayacakları bir çocuk bulunur.”

Adınla Başlar Hayat tezatların romanı. Gerçi beyazların, kendi topraklarını sahiplerine –sözüm ona– nihayet teslim ettikleri coğrafyanın çocuklarının ten rengi siyahtır. Hatta talihleri de ten renkleriyle nispet edercesine karamsar bir hayat koymuştur önlerine. Yine de Mda’nın onca olumsuzluğun içerisinde yeşertmeye çalıştığı umut, beraberinde tezatları da getiriyor. Toloki’nin hayata tutunması başkalarının ölümü sayesindedir mesela. Banliyö trenlerinde hemen her gün ölümler yaşanır, Toloki yas tutup para kazanır, taksiye binebilmesi sayesinde öldürülme ihtimalinden kurtulur. Bir anlamda ölümden kaçmanın yolu, başkasının ölümüdür. Sonra, hayatta en büyük amacı profesyonel yas tutuculuk mesleğini insanlara kabullendirmek olan Toloki’ye Norida’nın, “Yaşamayı bildiğin için de seviyorum seni.” demesi tezattır. Bir zamanlar Toloki’nin,  Norida’nın gelmesini hem istemesi hem istememesi tezattır: Babası neşeli olacağı için ister, Norida’yı kıskanan annesi sinirli olacağı için istemez. Ve en önemli tezat: Beyazların zengin hayatlarının hemen yanı başındaki bu cehennemde Toloki’yle Norida’nın filizlenen aşkı, ölümlere inat yaşamı savunma gayretinin ta kendisi. İyiliğe giden yol ne Refakatçi’nin fazlasıyla haklı görünen kışkırtıcı sözlerinde ne erkeklerin gettodaki tüm işleri kadınların başına yıkıp tüm gün siyaset konuşmalarında ne de politikacıların faaliyetlerinde… O yol, Toloki çiçek verdiğinde gülümseyen Norida’nın yanaklarında. Çünkü kadınları ve çocukları mutlu edemeyen hiçbir medeniyet, siyasi irade, ideoloji kalıcılığı elde edemeyecektir.[5]

Açıkçası Mda’nın sorunlara yaklaşımını, onca olumsuzluğun orta yerinde umut ışığını yeşertmesini bir roman yazarı olarak takdir ediyorum. Bence iyi edebiyat, ne denli acılardan ve kötülüklerden beslenirse beslensin, yine de açık bir kapı bırakabilmeli. Yoksa mayasına zaten ikiyüzlülüğün, ihanetin, açgözlülüğün, şiddet severliğin çalındığı insanlığı; içine düştüğü cehennemden kurtarmanın başka bir ihtimali kalmayacak. Böylesi bir iddianın fazlasıyla iyimser olduğunun farkındayım ve cehennemin kapılarına kilit vuracaklarını zanneden romans yazarlarının saflıklarını çocuksu buluyorum.[6] Öte yandan, insanlık bağını onarma noktasında siyasi kararların etkisiz kaldığı, dinlerin de –Filistin örneğinde olduğu gibi– duvarların doğrudan müteahhitliğine soyunduğu bir zamanda, “insanlığın etrafına çevrilmiş beton duvarların ancak kalemle yıkılacağına inanıyorum.”

Şimdi, şu yukarda sözünü ettiğim anlatıcı meselesine geri dönelim.

“Hayatımı yazsam roman olur” diyenlerin yahut “Ben de bir gün roman yazacağım” hayali taşıyanların en önemli bahanesi zaman bulma meselesidir. Güya hayatın yoğun telaşı içerisinde roman yazmaya zaman bulamıyorlardır. Mazeret değil bu, kesinlikle bahane. Zira sadece yazabilme imtiyazına sahip çok az yazar vardır. Hayat, yazan herkese Orhan Pamuk olabilme ayrıcalığı vermiyor. Aslında hayalimizdeki hikâyeye bir türlü başlayamamamızın en önemli nedeni, nasıl anlatacağımızı bilmiyor oluşumuzdur.[7] İşte, çok iyi hikâyesi olup bunu asla kâğıda geçirememiş sıradan ölümlülerle öyle aman aman sayılmayacak bir hikâyeyi yazması sayesinde ölümsüzlüğü elde etmiş dâhiler arasındaki temel fark. Hâliyle yazmak, neyi anlatacağın kadar nasıl anlatacağını da dert edinmeyi gerektiren ve genellikle ikincisinin daha baskın geldiği bir uğraş.

Belli ki Mda “düşünceli” romancılardan. Zaman zaman hikâyenin doğal akışı içerisine girmekten ve okurla doğrudan muhatap olmaktan çekinmiyor. Ama bunu –romantiklere has bir tutumla– okura öğüt vermek ya da –postmodernlere has bir tutumla– oyuna dâhil olmak amacıyla yapmıyor. Asıl amacı, anlatılan olayların gözlem ve izlenimler kadar duyumlara da dayalı olduğunu göstermek. Mesela Noria’nın hamileliği on beş ay sürüyor. Bu, mantık kurallarının dışındadır. Kahraman anlatıcı, sürecin anlatımının sonunda “Zaten bu süreçte onu çok nadir görmüştük. Evde kalıyor, suyumuzu çektiğimiz kuyuda ya da çamaşırımızı yıkadığımız nehrin kenarında yahut yabani ıspanak topladığımız tarlalarda herhangi birimizle buluşmaya kalkışmıyordu.” dokunuşuyla anlatıya dâhil olarak tüm o mantık dışı olayların birer rivayet olduğunu belli ediyor. Toplumsal anlatıcı da diyebileceğimiz bu ikincil anlatıcının görevi, bir anlamda karakterin lehine adaleti sağlamak. Çünkü biz, onca olağan dışı olayların sonunda tüm bunların, güzelliğini kıskandıkları bir kadına dair toplumun uydurduğu dedikodulardan ibaret olduğunu anlıyoruz. Yazar böylece hem kurgunun hayatiyetini ve metnin samimiyetini pekiştiriyor hem de –Norida’yla ilgili rivayetlerde olduğu gibi– hikâyesinin olağan dışı gelen kimi kısımlarını büyülü gerçekçi bir anlatı olmaktan kurtarıyor.

Benim “dedikoducu anlatıcı” veya “muhabir anlatıcı” adını verdiğim bu teknik, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana nadir de olsa kullanılmış. Aklıma gelen en başat örnek de Karamazov Kardeşler. Dostoyevski romanın başında, kardeşler arasındaki miras meselesinin toplum tarafından konuşulduğu, kendisinin de duyanlardan biri olduğu izlenimi uyandırır. O meşhur mahkeme sahnesinde de dinleyicilerden birisidir, âdeta yazacağı romanda kullanmak amacıyla not alır gibi görünür. Mda’nın aynı yöntemi uygulamasının biraz da mecburiyetten kaynaklandığını düşünüyorum. Mitle gerçeğin iç içe geçtiği hatta mitlerin çoğu zaman hakikati gölgelediği Afrika coğrafyasını yazmak, yazarın önüne daha en baştan birtakım açmazlar koyuyor olmalı. Mda işin içinden ya Ben Okri gibi hikâyeyi büyülü gerçekçiliğe teslim etmekle ya da Achebe gibi –kurguda kopukluklar olması pahasına– sert ve kısmen soğuk realizme güvenmekle çıkabilirdi. O, dedikoducu anlatıcıyı bazen konuşturması sayesinde hem büyülü gerçeklik tuzağına düşmekten hem de gerçekçi hikâyesinin bütünlüğünü bozmaktan kurtulmayı başarmış. Gerçi Adınla Başlar Hayat hakkında yazmış diğer isimler, kurgunun büyülü gerçekçi olduğunu özellikle belirtmişler. Ben bu görüşe katılmıyorum. İronik ve zaman zaman mübalağalı üslubuna rağmen bu, nahif bir aşkla bezenmiş gerçekçi bir hikâye.

Mda’yı iki yönden farklı kimliğimle tebrik ederek yazımı bitiriyorum. İlki, okur kimliğim. Önüme –üstelik ilk romanıyla– meselesi olan fakat edebiyatı meseleye kurban etmeyen bir roman koyduğu için tebrik ediyorum. İkincisi, yazar kimliğim. Doğu romanı okumaları arasında beni en çok zorlayan roman Adınla Başlar Hayat oldu. Romanı 2021 eylülünde okudum, son satırlarına gelmek üzere olduğumuz bu yazıyı ise 2024 şubatında tamamlayabildim. Çünkü Mda, hangi yönünü ele alırsam bir başka yönü eksik kalacakmış duygusundan kendimi kurtaramadığım bir roman yazmış. Orta ayar hacimdeki bir romanda bunu başarabilmek de yazarın yeteneğinin göstergesi.

Yavuz Ahmet
Roman Kahramanları Dergisi, sayı-58, s. 154.


[1] Kızıllığın Kalbi, üzerinde durulmayı başlı başına hak eden bir kitap. O yüzden bu yazıda karşılaştırmalı okuma yapmayacağım.

[2]Gerçi Bulunmaz’a göre romanın kadın karakterinin ismi Nora ve roman bir yolculuk hikâyesi. Her ne kadar geriye dönüş tekniğiyle Toloki’nin köyden kaçışını anlattığı bir yolculuk kısmı olsa da Adınla Başlar Hayat, genel itibarıyla gettoda yaşananları anlatıyor. Bunu yol hikâyesi saymanın zorlama bir kabul olacağı kanaatindeyim.

[3] Bizde Refakatçi gibi bir isimlendirme elbette yok. Ama biz Türkler de bir ölünün son anlarını merak ederiz ve öğrendiklerimizi, taziyeye yeni katılanlara aktarmayı severiz.

[4] Toloki’nin profesyonelleşme amacına ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz. Ama Anadolu’da bu çoktan bir sektöre dönüşmüş durumda. Hatta şu sıralar TRT’de yayımlanan bir dizinin önemli karakterlerinden birisinin mesleği, ağıtçı kadınların organizatörlüğünü yapmak.

[5] Son cümledeki yargının romanla doğrudan bir ilgisi elbette yok.

[6] Burada romanstan kastım, Don Kişot öncesinin Hristiyanlık propagandası kokan ucuz şövalye hikâyelerinden ibaret değil. Aralarında bizdeki hidayet romanlarının bulunduğu, ideoloji pazarlamaya çalışan her türlü romantik kurguyu kastediyorum.

[7] Feda edilecek ayrıntıları ve karaktere kendi hayatiyetini kazandıracak tasvirleri belirleyememe, bir yazar olarak kendi hikâyemize yabancılaşmamız gerektiğinin çaresizliğini kabullenememe ve “bir yerden başlamak gerek” önermesindeki o “yer”e karar veremememizse diğer sebepler…

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin